FUKAHA-İ KİRAMIN NAKİLLERİNİN

HULASASI VE BA’ZI İZAHAT

 

ZAMANIN DEĞİŞMESİYLE BA’ZI AHKAMIN DEĞİŞMESİ

 

         (İbn-i Abidin) : Teravihte hatmin terk edilebileceği hakkında söylenen sözlerin şer’i delillerden hiç birine temas etmeyip, boş sözler olduğunu anladığı için diyor ki, bunların bu sözleri, (zamanın değişmesiyle bazı ahkamın değişmesi) sözü üzerine mebnidir. Yani evvel teravihte hatmi terketmek için müsaade-i şer’iyye yok idi amma şimdi vardır. Zaman değişti, ahval başkalaştı demek istediklerini söylüyor. (103)

         Bu söz gayet avamferibane yani cahilleri aldatıcı bir söz olup, erbabı nezdinde zerre kadar bir kıymete haiz değildir.

         Bazen şer’an caiz olmayan bir şey caiz şeklinde göstermek isteyenler, avam-ı ahalinin gözüne kül atmak kabilinden bu sözü söylüyorlar. Çünkü kavaid-i fıkhiyye arasında (zamanın değişmesiyle ahkamın değiştiği de inkar olunamaz) sözü vardır. Avam-ı ahaliyle karşı bu söz söylendiğinde gerilir kalırlar. Bir şey de söyleyemezler. İşte bundan istifade etmek isteyenler istifade ederler. Fakat az çok kitap karıştırmış olanlar, bu sözün ne demek olduğunu ve ne gibi yerlerde mutber olacağını ve teravihdeki hatm meselesine hiçbir münasebeti olmadığını pekala bilirler. Onun için (İbn-i Abidin) in bu sözü (Bahr) kitabının sahibi gibi mesleki malum ve şeriate hizmeti meşhud olan bir zata nisbet etmek doğru değildir. Evet (Bahr) sahibi de hata eder. Nitekim bu hatm meselesinde hata etmiştir. Lakin suiniyyeti olmadığından diğer söylediği doğru sözlerle bu sözlerini tamamen öldürdüğü de görülmüştür. Ve bu hatasından taib ve müstağfil olmuş da sayılır. Bilfarz ki hatasını tamir etmiş olmasa da hata olarak kalsa bile yine çok görülmez. Çünkü insan hata eder. Lakin (Zamanın değişmesiyle ahkamın değiştiği inkar olunamaz) sözünü teravihdeki hatmin terki üzerine delil göstermek gibi bu kadar açık bir hataya da düşmez.

         Gerçi bazı müteahhirin-i ulemanın, hatmin terkine fetvalar verdiklerini söyleyip duruyorlar. Onların kimler olduğu söylenmiyor. Hüviyyetleri, meslekleri meçhul kimseler olduğundan belki onlar bazı kimselerin gönlünü görmek ve bir aferin almak emeliyle teravihde hatmin terkini meşru göstermek için halkın gözünü küllemek kabilinden bu sözü onlar söylemiş olabilirler. Çünkü ulema içinde bir aferin almak için ahkam-ı şer’iyyeyi bozmağa çalışan, işleri karıştıran kimseler de bulunduğu görülmedik bir şey değildir.

         Belki de (İbn-i Abidin) in muradı, bu sözünü doğrudan doğruya onlara nisbet etmektir. Her kime nisbet edilirse edilsin mademki şu söz ortaya atılmıştır bu meselenin de hakikati anlaşılmalı ve şüphe kesilmelidir.

         Mecelle-i ahkam-ı adliyyede (ezmanın tegayyürüyle ahkamın tegayyürü inkar olunamaz) yani zamanın değişmesiyle ahkamın değişmesi inkar olunamaz diyor. Mecellenin şarihi Ali Haydar Efendi diyor ki bu madde ; (Mecami) kitabındaki (Layünkeru teğayyürülahkam bitegayyürilzaman) diye mezkur olan kaidenin tercümesidir. Demek oluyor ki bu madde mecelleye bu kitabdan alınmış oluyor.

         Bu (Mecami) kitabı usul-ü fıkhdan muteber bir kitabdır. Sahibi de (Berika) kitabının sahibi olan (Hadimi) Hazretleridir. Bu kaideyi (Mecami) kitabını yazan (Hadimi) Hazretleri kendisi de müteahhirin-i ulemadan olduğu halde ; (Berika) kitabında yukarıda beyan edildiği veçhile teravihde hatmin sünnet olduğunu ve cemaatin tenbelliği için terk edilemiyeceğini iddia ve fukahayi muteberinin sözleriyle isbat eden zattır. Mademki bu kaideyi biliyor imiş de teravihde hatmin terk edilebileceği hakkında niçin tatbik etmemiştir, ve bilakis terkedilemiyeceğini niçin iddia ve isbat etmiştir. Burası da calibi dikkattir.

         Gelelim maddenin tetkikına : Ali Haydar Efendi diyor ki, zamanın değişmesiyle değişecek olan hükümler, örf ve adete binaen verilmiş  olan hükümlerdir. Yoksa doğrudan doğruya delil-i şer’i ile sabit olan hükümler değildir, diyor.

         Demek oluyor ki ahkam-ı şer’iyye iki kısım olup :

         Bir kısmı doğrudan doğruya delil-i şer’i ile sabit olan;

         Bir kısmı da örf ve adetle sabit olan hükümlerdir.

         Bunun hespine de ahkam-ı şer’iyye denir.

         Böyle örf ve adetle sabit olan hükümlere de ahkam-ı şer’iyye dendiğinin sebebi, şeri’at örf ve adeti de delil olmak üzere kabul etmiş olmasından ileri geliyor.

         Şu halde, bir şeyin hükmü şeriatta beyan edilmiş ise onun hakkında örf ve adet muteber değildir.

         Beyan edilmemiş ise işte o zaman o meselenin örf ve adet veçhile halli şer’an matlup olduğu bu suretle ifade edilmiş olup, o mesele hakkında örf ve adet muteber olur, ve ona binaen hüküm verilir ve bu suretle verilen hüküm, şer’an matbul olduğundan buna da hükm-ü şer’i denir.

         Murur-u zaman ile örf ve adetin değişmesiyle değişecek olan hükümler işte bu hükümlerdir.

         Mecelle şarihi (Ali Haydar) ve diğer şarihi (Atıf) efendiler bu meseleyi birçok misallerle izah etmişlerdir. Misallerinin biri şudur ; Bir adam satın  bir hane almış ve almadan evvel hanenin yalnız bir odasını görmüş. Diğer odalarını görmemiş. Aldıktan sonra diğer odalara da bakmış, beğenmedim döneceğim demiş olsa, dönebilir mi? Denemez mi? Bu mesele halledilecektir. Bunun hükm-ü şer’isi : Bir adam satın aldığı bir haneyi evvelce görmüş ve her tarafına kafi derecede ilim hasıl etmiş ise sonra dönemez. Değil ise döner. Bu hüküm doğrudan doğruya delil-i şer’i ile sabit bir hükümdür. Şimdi bu hükm-ü şer’i bu adamın üzerine nasıl tatbik edilecek, evvelce bir odasını görmekle diğer odaların da ne biçim olduğunu bilmiş olur mu? Olmaz mı? İşte bunun hakkında şeriatta ayrıca bir hüküm beyan edilmemiştir. Beyan edilmeyince bunun hakkında örf ve adet muteber olup ona göre bir hüküm vermek şer’an matlub olduğu, şer’de beyan edilmediğinden anlaşılmıştır. Binaenaleyh bu mesele hakkında örf ve adete müracaat olunacaktır. Eğer o zaman bir hanenin odalarının hepsini bir şekilde yapmak adet ise bir tanesini görmekle diğerleri de tabii bu gibidir diye kendisine bir ilim ve kanaat hasıl olmuştur, ve bilerek almıştır deyip, diğer odaların hepsi de o, gördüğü oda gibi çıkarsa dönemez denecektir. Eğer o zaman odaları türlü türlü şekilde yapmak adet ise bir odasını görmekle hesinin bilmiş olamaz, binaenaleyh bilmiyerek almıştır, dönebilir denecektir. İşte bu, bilerek almıştır yahut bilmiyerek almıştır sözleri de birer hükümdür. Fakat delil-i şer’iyye binaen verilmiş bir hüküm olmayıp örf ve adete binaen verilmiş birer hükümdür. Eğer mürur-u zaman ile bu husustaki örf ve adet değişecek olursa bu hükümler de değişir.

         Odaları hep bir şekilde yapılmak adet olduğu zamanda odaların hepsini bilerek almıştır diye hükmedilir. Sonra, bu adet değişip de odalar türlü türlü, küçüklü büyüklü yapılmak adet olduğu zamanda da bilmiyerek almıştır diye hükmedilir.

         İmam-ı Azam zamanında hanelerin odalarını bir şekilde yapmak adet idi. Onun için İmam-ı Azam, evvelce bir odasını görmek kafidir dönemez, demişti. İmam-ı Azam’dan sonra (İmameyn) zamanında adet değişti, türlü, türlü odalar yapımağıa başlandı. Onun için (İmameyn) de; evvelce bir odasını görmek kafi değildir. Diğer odaları gördükten sonra dönebilir demişti. İşte (Zamanın değişmesiyle hükümlerin değiştiği inkar olunamaz) demekten maksat bu gibi örf ve adete binaen verilmiş olan hükümlerdir. Bu iki türlü verilen hükümlerin her ikisi de esas olan hükm-ü şer’iyi, yani (aldığı hanenin her tarafını evvelce biliyorsa dönemez, bilmiyorsa gördükten sonra dönebilir) hükm-ü şer’isini değiştirmiş olmuyor, bilakis her ikisi de onun tatbikına hizmet etmiş oluyor.

         Hem de örf ve adete binaen verilen ve örf ve adetin değişmesiyle değişen hükümler, ayrı başına bir hüküm bile değildir. Bir hükm-ü şer’inin hadisat üzerine yani bir adamın başına böyle bir iş gelirse bu hükm-ü şer’iyi o adamın üzerine tatbikının şeklinden ibarettir. Esasen şer’de teklifata müteallik beyan edilmedik hiçbir hüküm kalmamıştır. Yalnız bazı hükümlerin hadiseler üzerine tatbikının şekli kalmıştır ki bunun da örf ve adet veçhile halli matlub olduğundan o suretle muamele yapılsın diye kalmıştır. İşte bu itibarla örf ve adet dahi şer’de muteber delil olduğundan buna binaen verilen hükümler de muteber olur. Ve bunları hükm-ü şer’i dahi denir.

         Şu kadar var ki doğrudan doğruya delil-i şer’i ile sabit olan hükümlere karşı, örf ve adet muteber olamaz, onu bozamaz ve değiştiremez. Yalnız kendisiyle sabit olan bir hükm kendi değişirse onu da değiştirir, yani örf ve adetle sabit olan hüküm, örf ve adetin malı olduğu için kendi gittiği yere onu da götürür. Lakin delil-i şer’i ile sabit olan hüküm, kendinin malı olmadığı için kendi gittiği yere onu götüremez, diyorlar. Yukarıdaki uzun ayet meselesi de buna misal olabilir. Mesela bir adam namazda fatihadan sonra bir ayet okumuş olsa, bunun hükm-ü şer’isi nedir? Şimdi bu mesele halledilecektir. Bunun hükm-ü şer’isi şudur : (Eğer okuduğu uzun ayet ise kıraetin vacib miktarı eda edilmiş olup, yalnız sünnete muhalif olduğundan tenzihen mekruh ve o namazın iadesi müstehab olur. Eğer kısa ayet ise kıraetin vacib mikdarı dahi eda edilmemiş olduğundan tahrimen mekruh ve o namazın iadesi vacib olur.) Bu hüküm doğrudan doğruya delil-i şer’iye bianen verilmiş bir hükümdür. Şimdi bu hüküm bu adamın üzerine tatbik edilecek, lakin bunu tatbik edebilmek için evvelen bir ayet ; ne kadar olursa uzun olur? Ve ne kadar olursa kısa olur? Bunu bilmek lazım gelmiştir. Bu da şer’de beyan edilmemiştir. Bunun şer’de beyan edilmemesi, bu meselenin örf ve adet veçhile bilinmesi ve bu suretle bir hüküm verilmesi lazım geldiğine tenbih demek olduğundan bunun hükmü bilinmek için örf ve adete mürecaat etmek şer’an lazım gelmiştir.

         Örf ve adette, yani ahali arasında böyle çok ve kümeli olan şeyler, küçüklü, büyüklü iki boy yapılmak istendiğinde, göz karariyle, birbirine nisbetle takriben ve tahminen yapmak adet olduğundan, ayetler meselesi de yukarıda kıraetin vacib mikdarı bahsinde tafsilen beyan edildiği veçhile bu adete göre halledilmiş, ve ayetelkürsiden kısa olan ayetlere, kısa ayettir ve ayetelkürsi kadar ve daha uzun olanlara da, uzun ayattir, diye hükmedilmiştir.

         Binaenaleyh namazda fatihadan sonra okuduğu bir ayet, en aşağıdan Ayetelkürsi kadar var ise uzun ayet okumuştur. Tenzihen mekruh ve o namazın iadesi müstahabdır denecektir. Eğer Ayetelkürsi kadar yok ise kısa ayet okumuştur, tahrimen mekruh ve o namazın iadesi vacibdir denecektir. İşte Ayekelkürsiden kısa olanlar, kısa ayettir ve Ayetelkürsi kadar olanlar veya daha uzun olanlar, uzun ayettir diye verilen hükümler, örf ve adete binaen verilmiş olan hükümlerdir. Eğer örf ve adet değişirse bu hükümler de değişir. Bu hükümlerin delili olan örf ve adet hala değişmemiştir. Görülüyor ki dükkancılar, meyveleri hala göz karariyle iki boy yapıyorlar.  Onun için bu hükümler de değişmemiştir. Bir gün olurda meyveleri şerit, metro ile ölçmek ve küçüğünü, büyüğünü o suretle ayırd etmek adet olursa o zaman bu hükümler değişir, ayetler de metro ile ölçülerek bir hüküm daha verilir. O zaman da o hüküm muteber olur. Belki de o adetin icabı, Ayetelkürsiye de kısa ayet demek lazım gelir.

         Velhasıl mürur-u zaman ile örf ve adetin değişmesiyle değişecek olan hükümler, böyle örf ve adetle sabit olan hükümlerdir. Yoksa doğrudan doğruya delil-i şer’i ile sabit olan hükümleri, zaman, örf ve adet katiyyen değiştiremez.

         Ali Haydar Efendi bu meseliye zihinlere iyice yerleştirmek için yine diyor ki mesela ahali, bayram geçeleri kabirlerin üzerine mum yakarlar. Bunun kimseye faydası yoktur. Israftan ibarettir. Ahali bunu adet etmiştir diye israf hakkında varid olan hükm-ü şer’iyi değiştirmek mi lazımgelir. Kezalik birçok zamandan beri ahali hilaf-ı şer’  alış verişleri adet etmişlerdir. Mesela bir kab içindeki yağı kabiyle tartıp satıyor ve kabın darasını almayıp tahminen bir dara düşüyorlar, üçyüz dirhem yahut bir okka sayalım diyorlar. İki taraf da buna razı oluyor, böyle adet olmuş gibidir. Halbuki şer’an bu satış fasid olduğundan haramdır. Ahali buna alışmış, adet olmuş diye bunu değiştirmek ve haram iken helal demek mi lazım gelir? Kezalik ahali, birbirinden altın alıp bilahare o günkü değerinden fazla bir mikdar gümüş vermeği (yani ortada para adiyle dolaşan evrak vesaireden birini alıp ziyadesiyle diğerini vermeği) borçlanıyorlar. (112) (İbni Abidin Kenarı Durru Muhtar, C. 4, S. 269) Bunun hükmü şer’an faiz olup haram iken, adet olmuştur, diye  delil-i şer’i sabit olan hükmü değiştirmek ve faize halal demek mi lazımgelir? Bilakis bunlara halal demek din ve imanı tehlikeye koymek demektir, diyor.

         Binaenaleyh teravihi hatm ile kılmak sünnet olduğu ve cemaatin tenbelliği için terkedilemiyeceği doğrudan doğruya delil-i şer’i ile sabit hüküm olup, bunun zamana öfre, adete hiçbir güna taalluku olmadığından, şimdi ahali şöyle olmuş, böyle olmuş, yan yatmış, çamura batmış sözleri bu hükm-ü şer’iyi katiyyen değiştiremez. Hatmin terkini mubah kılamaz. Mecellenin iki mühim şerhi olup biri (Ali Haydar) şerhi, diğeri (Atıf) şerhi denmekle meşhurdur. Bu kitabların bu hususa ait ve nukul-ü sahihaya müstenid sözlerinden bir kısmı hulasa edilerek buraya yazılmıştır. Mezkür kitaplarda daha mühim tafsilat ve muhtelif misaller vardır. Risalenin hacmi müsaid olmadığından ve bu kadarla maksad da anlaşılmış olacağından bu kadarla iktifa edilmiştir. Tafsilatını görmek isteyenler, mezkür kitablara müracaat buyursunlar velhasıl bu hususta söylenen muhalif sözlerin bir kıymet-i şer’iyyesi olmadığı tahakkuk etmiştir.